İlk Satranç Takımım İçin Geç Kalmış Bir Övgü
![]() |
| Fotoğrafın Kaynağı İçin: a8eb672002093b8559a490f3c3e64d361b8aca57531e1807eff74adb70fee846 (1280×856) |
Yaşamda neleri hatırlarız?
Kişisel olarak hatırlamakla ilgili iki farklı deneyime sahibim. Birincisi, gerçekten yaşadıklarım ve üzerimde iz bırakmış, bana yoğun duygular yaşatmış olayları hatırlarım ki bu sanırım hepimiz için az ya da çok geçerlidir. İkincisi, bu dünyadan olmayan, sanki çok uzak yaşamlardan bir duygu, bir sevinç hissi gelip de buluverir beni ki bu da ruhani bir hatırlamadır. Ruhani hatırlamanın ezoterik bir içeriği vardır, bu konuda işin erbabı daha iyi konuşur. Bende o güne kadar hiç sahip olmadığım duyguların hatırlanmasına, ruhumun köküne temas etmeme vesile olan yaşanmışlıklar mevcuttur ki bu da bir hatırlamadır. Bu hatırlamanın ayrıntısına burada girmeyeceğim, hem konumuzun dışında kalır hem de öğrendiğimiz, bildiğimizce bu gibi tecrübelerin anlatılmaması gerekir.
Hatırladığım günlerden biri ilk satranç takımımın babam tarafından bana hediye edildiği gündür. Bu günün hatırası ara sıra beni yoklar. O günün heyecanını, nikbinliğini yeniden hissederim. Farklı bir dünyaya gider ve özlediğim o meraklı sevinç duygusunu iliklerime kadar hissederim.
Bizim çocukluğumuzdaki dünya Stefan Zweig’in “Dünün Dünyası” biyografik romanında anlatığı dünyanın bir bakıma son kalıntılarıdır aslında. Günümüzle karşılaştırıldığında daha belirli, düzenli ve ileriye dönük bir dünyadır. Değer yargıları keskindir, siyasal rejimler görece kararlıdır, kültürel ve ideolojik alanda çeşitli ön kabuller bulunur. Keynesyen refah devleti henüz bütünüyle ortadan kalkmamış ama yaprak dökümü başlamıştır. Eğitim ve sağlık kamusaldır. Laiklik, cumhuriyetçilik gibi değerler tartışmaya kapalıdır. Elbette herkesin kendine ait siyasal görüşleri vardır ama belirli temel değerler herkesçe paylaşılarak bu ortak kabuller üzerine siyaset yapılır. Mecliste koyu renk takım giyili, tartışmalar doludur ve konuşmalar üç saat sürer. Okullarda önlük giyilir, beslenme çantası takılır, el yazısı öğrenilir, söz vermeden konuşulmaz. Aile büyüğüne efendim denir, "ne?" sorusuna cevap alınmaz. Tırnaklar muntazaman kesilir, saçlar fazla uzatılmaz, söze başlanacaksa parmak kaldırılır. Hokka ve divit kullanılır. Böyle küçük gibi görünen ama bugünden bakıldığında önemli şeylerin dünyasıdır bu dünya...
Böyle bir ülkede çocukların yaşamı da kendi kültürel ve siyasal değerlerin ışığı altında biçimlenmektedir. Çocuklar henüz özel öğrenci yurtlarının, vakıf ve cemaatlerin konusu haline gelmemiştir örneğin. Onlara olumlu, üretken ve kendini geliştirmeye yönelik alışkanlıklar kazandırılmaya, başkalarına örnek bir insan niteliğine kavuşmalarına ön ayak olunmaya çalışılır. Enstrüman çalmak, şiir ezberlemek, hiç yoksa haftada bir kitap okumak ya da ayda bir dergi takip etmek bunlardan bazılarıdır.
Çocukluğumuzda ben Doğan Kardeş takip ederdim örneğin. Her ay evimize giren bu dergide el sanatlarından bilmecelere, genel kültüre ve dünyadaki gelişmelere dair bizim anlayabileceğimiz şekilde pek çok içerik olurdu. Giderek bu derginin tiryakisi haline geldim. Sonradan Bilim ve Teknik dergisi ve nihayetinde Varlık dergisini de düzenli olarak takip etmeye başladım. Pastel boyaya tutkundum. Pastel boya ile saatlerce resimler yapar, Mon Ami pastel boya takımımı yanımdan hiç ayırmaz, hatta onun kokusunu bile özlerdim. Yaptığım resimler bugün bile arşivimde, dosyalarımda muhafaza altındadır. Yine de bunların bir ilkokul çocuğu için ağır kaçacağını düşünen varsa yanıldığını söylerim. Yanılmaktadır zira bizim gibi büyük çocukların hayal gücü sınır tanımazdı.
![]() |
| Çocukluğumuzun efsanevî "Bilim ve Teknik" dergisinin bir sayısı. Bu sayıyı okumaktan yıprattığım için özellikle seçtim. Kaynak: Web, Kitantik sitesi. |
İlk satranç taşını sanırım ilk okul üçüncü sınıfta, Zafer adlı bir arkadaşımın elinde gördüm. Bugün bile unutamam, plastik ve basit bir At idi bu. Sanki bir masal diyarından çıkıp gelmişti. Sanki onu bir Prens kaybetmişti de biz bulmuştuk. Arkadaşım bu taşı avucunda sanki bir hazine taşıyormuş gibi saklıyor, kimselere göstermiyordu ama bir kere boş bulunmuştu işte! Her çocuk gibi o da övünmek istemiş, ders arasında sıranın üstüne koymuş ama sonunda etrafına toplanan kalabalık nedeniyle rahatsız olmuştu! Birkaç yakın arkadaşına daha, "dar gruplarda" birkaç defa göstermiş ve sonra da cebine koyuvermişti! Neydi, neyin nesiydi, neye yarardı bu? Herkes merak içindeydi ama sanırım en çok meraklananlardan biri de bendim...
Zafer'in babası matematik öğretmeni idi. Sık sık şehirdeki öğretmen evine gider, orada arkadaşlarıyla bir araya gelirdi. Ruhu şâd olsun. Sonra bizler de oraya alıştık. Bu satranç taşını gördükten kısa bir süre sonra Zafer beni öğretmen evine götürdü. Onu tanıdıklarından ve çocuk olduğumuzdan oturmamıza izin vermişlerdi, biz de yaramazlık yapmıyor ve sorun çıkarmıyorduk. İşte orada gördüm ilk satranç takımını. Görür görmez da aşık oldum. Aslında yalnızca satranç yoktu, dama da oynanıyordu ama Satranç takımının güzelliği, taşların çekiciliği, insanların onun başında saatlerce saygı ve ihtiramla, üstelik büyük bir ciddiyetle düşünmesi başka hiçbir şeye benzemiyordu. Zafer bana orada taşları tanıttı ve satranç oynamayı öğretti. Her gün bir taşla ilgili konuşuyor ve onların nasıl hareket ettiklerini öğreniyorduk. Elbette ki ilk maçlarımız çok amatörceydi. Bazen taşları yanlış hareket ettiriyor, onları tahtada yanlış yerlere diziyordum. Ama sonra oynamayı da öğrenecektim.
Bazı geceler rüyalarıma giriyordu. Rüyamda satranç taşları canlanıyor, atlar ve filler gerçek varlıklar gibi birbirlerinin üstünden atlıyor, kavga ediyordu. Bunu yıllar sonra Harry Potter çizgi dizisinde gördüğümde çok duygulanacak, göz yaşlarımı tutamayacaktım.
![]() |
| Harry Potter serisinin "Felsefe Taşı" bölümündeki satranç sahnesi. Kaynak: Pinteres |
Edindiğim bu yeni tutku ev halkının gözünden kaçamazdı elbette. Nitekim bir süre sonra babama ısrar etmeye, o zamanki moda deyimle “kafasını ütülemeye” başladım. Doğrusu önceleri şaşırdı ve biraz da bıyık altından güldü. Ama bu tutkunun bende ciddi olduğunu anlayınca “ilk maaşta söz” dedi ve sanırım böyle bir hobi edinmemden dolayı biraz da gururlandı.
O zamanlar sabahçılık var idi. İlkokula sabahları ailemiz tarafından bırakılıyorduk. Annem ve babam çalıştıkları için beni rahmetli anneannem ya da dedem çıkış saatinde okulun kapısından alarak eve kadar bırakırdı. Tam bu satranç tutkusu sönmeye yüz tutacaktı ki bir öğleden sonra eve geldiğimde ilk satranç takımımı gördüm.
Güneşli bir bahar günüydü. O kadar güzel bir ışık vardı ki bugün bile onun düşme açısını hatırlayabiliyorum. İşte, oradaydı… İlk satranç takımım masanın üzerinde duruyor, açık kahverengi masanın pencereye geri yansıttığı ışıklarla parıldıyordu. Aslında plastik, basit bir takımdı ama onu bugün bile unutamam. Elimden çantamı atarak, önlüğümü bile çıkarmadan masanın başına koştum. Saatlerce, sanki kutsal bir şeyin karşısında durur gibi oturup onu seyretmiştim. Bana kalırsa hayatımdaki en güzel günlerden biriydi. İşte, sonunda benim de vardı; her şeyiyle tamam bir satranç takımım olmuştu. Artık saatlerce kendi kendime ya da arkadaşlarımla satranç oynayabilir, istersem turnuva bile yapabilirdim. Nitekim okul bitip ortaokul başladığında küçük turnuvalar da gerçekleşecekti. Zafer bu turnuvaların elbette favorisiydi ve herkesi yeniyordu. Ben onun karşısında asla tutunamazdım.
Yıllar geçtikçe teknoloji de gelişti. Satranç artık bilgisayar destekli, ekran başında oynanan bir oyun oldu. Yapay zeka ortaya çıktı. Bunun ilk örneklerinden biri, bizim çocukluğumuzun efsanevi oyuncusu Kasparov’un ilk yapay zeka örneklerinden Derin Mavi ile yaptığı maçlardır. Bugün internet üzerinden karşılıklı olarak oynayabiliyor ya da bilgisayarla çetin maçlar yapabiliyoruz. Yine de insana karşı oynamanın, insanların hareketlerini ve dikkatini gözlemenin, oyunu kenardan da olsa takip edebilmenin tadı bir başkadır.
Satrançta çok iddialı arkadaşlarım oldu. Ben onlara göre fazla iyi bir oyuncu sayılmam. Yine de birden çok satranç forumuna üyeyim, programlarım vardır ve takımlarım halen evde durur. Bugün bile ilk satranç takımımı aldığım güne özlemle yâd ederim. İnsan küçük şeylerden mutlu olabilir. Bir alışkanlık, bir hediye, tatlı bir tebessüm, kitap sayfalarının arasında kalmış bir çiçek yaprağı... Yeter ki mutluluğu görmeyi bilin. Eminim siz de mutlu olacaksınız.
Tıpkı şu anda benim bu satırları yazarken mutlu olduğum gibi…
Kasım 2024, Ankara



Yorumlar
Yorum Gönder