İnsanî Bilginin Total Niteliği Üzerine

Afiş: Game of Thrones

Toplumsal gerçekliğin farklı görünümleri var. Bu görünümlerin hepsinin modern bir disiplin altında biriktiğinden söz etmek bana kalırsa mümkün değildir. Böyle bir oluk yoktur. Birikimin sistematize edilerek araştırılması onun kavranmaya çalışılmasının bir sonucudur. Soyutlama düzeyinde birbirinden ayırdığımız fenomenler yaşamın gerçekliği içerisinde birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamazlar. Bunun nedeni hakikatin farklı görünümleri olmasına karşılık özünde hepsinin bir tek ilişkisel gerçeklik temelinde oluşmuş olmasıdır. 

Bilim ve felsefe tarihinde soyutlamalar vardır. Bu soyutlamalar olgunun zihinsel düzeyde daha kolay ele alınarak incelenmesi için geliştirilmiş düşünme olanaklarıdır. Bunun ilk aklıma gelen örneklerinden biri Karl Marx’ın çok tartışılmış altyapı-üstyapı soyutlaması olsa gerek. Marx, ünlü eseri Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'ya yazdığı Önsöz’de (1979: 23-26); esas olarak iktisadi üretimin siyasal ve ideolojik üstyapıyı belirlediğini, üretim biçimi ile üretici güçler arasındaki ilişkide bir tür uyum olması gerektiğini ancak bu uyumun bozulmasının da bir yerde tarihin yasaları gereği olduğunu yazar. Bu ilişkiler arasındaki uyum ya da denge bozulduğunda toplumsal devrim çağı başlar ta ki bu güçler yeniden birbiriyle uyumlu hale getirilene kadar. Bu uyum da elbette siyasal, hukuksal ve ideolojik düzeyde ya da kertede, iktisadi düzeyde işleyen ilişkilerle uyumlu kurumlar, yapılar ve ideolojik söylemler üretilerek sağlanır.

Bu pasajı iddia ettiğim argümanı temellendirmek için bir örnek olarak seçerek aslında demek istiyorum? Bir teoriyi toplumsal ilişkilerin bileşkesi içinde ele alarak onu gündelik biçimlere uygulayıp soyutlamadan kurtarabilir ve maddi gerçeklik dünyasında anlaşılır biçimde görünür kılabiliriz. Örneğin yukarıda andığım metaforu ilişkisel birlik içinde somutlayarak geçmişte hepimizin evinde bulunan ve otuz yıl bakım dahi görmeden çalışan AEG buzdolabının post-fordizm öncesi hakim üretim tarzının bir parçası olduğunu söylersem, bu ilişkinin kitlesel üretim ve kitlesel tüketimi temel alan fordist ve Keynesyen sosyal refah devletinin bir ürünü olduğunu ve bunun da esas olarak o tarzın gerektirdiği bir siyasal-hukuksal üstyapı ki ulus-devlet temelinde örgütlenmiş bir burjuva parlementarizminin farklı görünümleri ile tek parti temelinde örgütlenmiş bir Sovyet yurtseverliği arasındaki belirli bir dünyadır bu, söylemiş de oluyorum. Daha da ileri gidersem o buzdolabının günümüzde artık yeniden üretilemeyeceğini çünkü tüketimin kısa vadede maksimize edilmesine dayalı bir hakim üretim dizgesi içinde yaşadığımızı da söylemiş olurum. Demek ki soyutlama düzeyinde ayrılarak incelenen toplumsal ilişkiler esas olarak bir ve iç içedirler, tıpkı bir sinema filminin negatiflerini oluşturan fotoğraf kareleri gibi… Bunları tarihin belirli bir anında durdurup yakınlaştırarak onları daha iyi inceleriz ama toplumsal gerçekliğin bütün düzeylerinin gündelik yaşamda aslında melez biçimler altında karşımıza çıktığını da biliriz.

Eser: Gustav Klimt, The Tree of Life, 1909

Aklıma gelen bir başka soyutlama da Fransız düşünür Louis Althusser’e ait olandır. Althusser de Marx’ı soyutlar. Güzel bir ifadeyle söylemek gerekirse, soyutlayan soyutlanacaktır. Althusser, Lenin ve Felsefe (2008; 59-65) adlı kısa ve etkili metninde, Karl Marx’ın düşüncelerini; toplumsal gerçekliğin esas olarak siyasal ve hukusal biçimleri ve bunların bir görünümü olan yabancılaşmayı ele aldığı 1844 Elyazmaları ve diğer metinleri ile düşünürün ekonomi politiğe yoğunlaştığı, Grundrisse, Kapital gibi eserlerini verdiği sonraki döneminden keskin çizgilerle ayırır. Althusser’e göre Marx artık felsefeden bilime geçmiş, bir bakıma saf anlamda bilim yapmaya başlamıştır ki düşünür buna “epistemolojik kopuş” der. Elbette ki bu süreçler aslında Althusser'in incelemek için soyutladığı gibi birbirinden kesin olarak ayrılamaz. Muhtemelen Marx, çok sonraları Sovyet arşivlerindeki bir "kasada bulunan" Alman İdeolojisi gibi bizim takip etmemizin mümkün olmadığı çok sayıda metin yazmıştır. İncelediği toplumsal gerçekliğin somut görünümleri onu iktisadî ilişkilerin ve bunun bir parçası olarak toplumsal gerçekliğin genişletilmiş yeniden üretimine götürmüş olmalıdır. Nitekim Kapital eseri de bütün bu düzeylerden bağımsız değildir, içinde işçilerin yaşamına dair somut ve etkili pasajlar barındıran da bir metindir.

Kendi düşünsel yolcuğulum da en az bu kadar karmaşık oldu. Toplumsal realitenin göze çarpan, ilk elden anlaşılabilecek boyutlarına odaklanarak işe giriştim. İletişim, ideoloji, söylem, kültür alanından siyasal ve iktisadi ilişkiler alanına, antopolojiden dine ve düşünce ekollerine geçtim. Sanat, kültür, düşüncenin farklı düzeyleri ve düşünsel hareketlerin edebiyatta, bilimde, teknolojideki ifadeleri bu geniş ilginin Althusserci terminolojiyle ifade etmem gerekirse eğer “kompartımanlarını” oluşturdu. Her çağın toplumsal ilişkilerini ve düşünme tarzını, o çağa ait sanat ve edebiyat eserleriyle, mistik ve materyal düşünme tarzlarıyla ilişkilendirerek okumaya ve bu paralel okumalarla tarihsel ve aktüel bağlamı doğru biçimde kurmaya çalıştım. Elbette ne kadar başarılı olabildiğimi zaman göstecek. Ama bu düşünsel yolculuğum bana çok önemli bir gerçeği hiç unutulmamak üzere öğretti. Bu gerçek de bütün bilgilerin yeniden yorumlanabileceği, tekrar düşünülebileceği ve farklı açılardan ele alınarak işlevselleştirilebileceği oldu. Ben bu bilgi türüne "insani bilgi" diyorum. Bu kullanımı benden başka paylaşan kişilerin olduğunu da düşünüyorum.

Gerçek ve yanılsama üzerine derin bir soruşturma olarak da okunabilecek Solaris (1972, D: Andrei Tarkovsky) filminden bir kare.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, tarih felsefesinden antropolojiye, kültürden sanata, psikolojiden teknolojiye kadar, insani bilginin yeniden ele alındığı ve yorumlanmaya çalışıldığı bir çağdır. Bu saptamayı ben yıllar süren ve esas olarak bir tür "otodidakt" olarak yürüttüğüm yolculuğun güncel aşamasında yapmayı başardım. Bu süreçte insanlığın ortak geleceği için, dogmalardan ve kesin kabullerden arınmış, kendi çıkarlarını öncelemeyen, yalnızca eğitimli değil, çok iyi eğitilmiş zihinlere ihtiyaç var. 

Sanırım en önemlisi de hakikatin soyutlama düzeyinde farklı parçalara ayrılarak incelenebileceği ama bunun mutlak bir zorunluluk olmadığını zira hakikatin ya da verili toplumsal gerçekliğin aslında ve son tahlilde bir bütün olduğunu hiç unutmamak! Bütün büyük düşünürler verili ayrımları aşmış, esnetmiş ve kendi kendini yeni çağın ihtiyaç duyduğu bilgi türüne göre eğitebilmiş insanlardır. Bu da onların yaşadıkları tarihsel dönemin sınırlarını aşarak geleceğe ışık tutan büyük kişiler olarak anılmalarına yok açmıştır. Eğer realitenin kendisinin bir olduğunu ve yaptığımız ayrımların yalnızca onu daha iyi kavrayabilmek için geliştirilmiş metodolojik düzenlemeler olduğunu göremezsek, kendimizi gerçekliğe dayatırız. 

İnsanın kendini total realiteye dayatması umutsuz bir çabadır. 

Eşiğinde bulunduğumuz çağda böyle bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum.



Yorumlar