İnsan Novellası II: Minik Fato

İNSAN NOVELLASI 

BÖLÜM II
MİNİK FATO


-Öööff…amma da çekmiş kafayı bee…zıkkım içesice...

Bu alaca bulaca renkler nedir? Kim bu kadın, bu sesler de ne oluyor? Gözümün önünde tuhaf şekiller var... Bu şekilleri bilirim, çocukluk rüyalarım bunlar hep. Hele şimdi gelen yok mu, seyrine doyum olmaz… Ateş adam değil mi o? Vallahi o! Bak bak, nereden de geldiyse! Hehe hele de zıpır şuna. Hele şu kıvrılıp durmalar yok mu.. Kıvrıl bakalım kıvrıldıkça...hehehe.. Şunlar da bir susmuyor ki... İçine ettiler rüyanın da...

- Ben de mecburen sizi aradım. Yani iyi ki de aramışım.

- Evet baksana zurna gibi...ne varsa bu kadar…

Offf bir susmadılar gitti... Hep de yerinde böyle araya giriyorlar. Kimin nesiyse bunlar, o da belirsiz...

Bütün bunları yıldırım hızıyla aklından geçiren emekli astsubay İlhami bey hafifçe geğirdi. Sol ayağı şiddetle karıncalandı. Yüzünde tuhaf bir tebessüm belirdi. Alkol komasına giriyordu. Süratle hastaneye doğru giden bir ambulansın içindeydi. Kafasında en olmadık düşünceler oluşuyor, şekiller ve suretler birbirinin içine giriyor, unutulmuş nice hatıralar, en acayip tecrübeler bu  en olmadık zamanda tekrar tekrar hayat buluyordu. İşte, şimdi de çocukluk düşleriyle karşı karşıya idi. İstemsizce konuşuyor, bacaklarından yukarıya doğru yayılan tatlı bir sıcaklık hissediyor, bu sıcaklığı ise karşısındaki hayalin yarattığı  aleve veriyordu. Yüzündeki kinayeli tebessüm bundandı.  

Hımmm…ateş adam evet. Hehehe.. Gel bakalım zibidi...kaç zaman oldu, kaç sene geçti belirsiz...hehee..

İlhami bey hem bir düşün, hayalin içinde olduğunu gayet iyi biliyor hem de bu hayalin tecrübesinden sinsice bir zevk alıyordu. Hayalini kimi zaman yaşadığı gerçeklikle yüzleştiriyor, sahici dünya ile hayali arasında muakeyeseye girişiyor ve her defasında hayalleri gerçek dünyaya yeğliyordu. Kimi zaman da kafasında ateş adamla muhavereler planlıyor, ona sorular sormak istiyor, bir cümlede onunla bir tür “düşünce alışverişine” girmeyi arzuluyordu. 

Şimdi sözü artık sınırsız düş dünyasında avare dolaşan İlhami beyimize bırakalım;

Ufaktım o zamanlar, köy yerindeydik. Köy yerinde bir sünnetçi var, neydi ismi? Hah, hatırladım şimdi, Halim ağa! Harman yerinin ordaydı evleri. Babam elimden tuttuğu gibi götürdü ne olduğumu anlamadım. Hava da bir sıcak ki, sorma gitsin kardeşlik. Sıcak ki o kadar olur. Geçmiş gün, Halim ağa derin kesmiş. Her yanım şiştiydi. İşte o gece bir kabustur geldi. Gecegelen derler bizde. Çok terledim ondan heral. Uykudayım habarım yok. Meğerse kan ter içinde kalmışız... Anam rahmetli sağ o vakit. O da pek korkmuş, sonra dediler. Tek erkek evladı ne kadar olsa.. Babam belli etmez korkusunu ama o da korkmuştur. Köy yerinde erkek evlat ne demek!

- Sizden başka kimsesi yok mu? Nesi olursunuz?

- Komşusuyum ben. Tanımam fazla. Kendi halinde bir adam. Sessiz sakin gelir gider... Yalnız yaşıyor sanırım.

- Hııı anladım…

Bak gördün mü, yine araya girdiler. Rahat vermezler ki azizim. Amma da cırtlak sesli karıymış hee. Ben neler görüyorum bu ne diyor…İşte bunların dünyası bu kadar. Ehh..ne dediydik. Evet, sünnetimde gördüydüm... Evet evet, ta kendisi..nasıl da değişikmiş. Çocukluğuma döndüm. Hehehe, şu çalımlara bak. Hehe bababa, bak hele kerataya...

Ambulansın rahatsız, dar sedyesinde uzanmakta olan emekli astsubay İlhami beyin yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Arada bir gözlerini hafifçe aralıyor, sonra derhal kaşlarını çatarak onları sımsıkı yumuyor ve sanki mutsuz bir çocuk gibi başını sertçe sağa çeviriyordu. Ancak yüzündeki yarım gülüş hiç kaybolmuyor, sanki etradındakilere, o çok sevdiği o cümleyle, “ben size metelik vermem metelik! haa…” demek istiyordu. Ağzı arada bir azıcık aralanıyor, buradan sağ omzuna salyaları akıyordu. Eskimiş yavruğazı kazağının altındaki göbeği depremde bir o yana bir bu yana hareket eden büyük kayaç kütlelerini andırıyordu. 

İlhami bey artık çok uzaklarda kalmış çocukluğundan çıkıp gelen bu davetsiz misafiri, bu oyun arkadaşını görmekten çılgınca mutlu olmuştu. Mutluluğunun böyle lüzumsuz konuşmalarla kesilmesi onu düpedüz canını sıkıyor hatta öfkelendiriyordu. Memeden kesilmiş bir bebek gibi huysuzlanması bundandı. Zor geçen sünnetinin gecesinde gördüğü o kabusu tekrar görüyor ama bu kabustan tuhaf, marazî bir tad alıyordu.

Uzun yıllar sonra tekrar karşısında beliren kabusunda İlhami bey geniş, çok geniş ve yüksek tavanlı, sanki gökyüzüne uzayıp giden sütunlarla dolu eski bir tapınaktaydı. Yine aynı zamanda, sünnet olduğu yaştaydı. Üzerine yine ona dar gelen, dizleri delik, komik denilebilecek mor pijaması vardı. Çıplak ayakları o koştukça taş zeminde şiddetli sesler çıkarıyor, sanki suya atılmış bir taş sekiyormuş gibi taştan yapıya aksediyordu. İlhami bey bu vaziyette etrafta koşarak kendini bilmez bir biçimde dolanıyor, belki de kocaman açılmış korkak çocuk gözleriyle çevrede tanıdık birini arıyordu. O yaşta bir çocuk için uzak sayılabilecek bir yerde genç ve gürbüz köylü kadınlar toplanmıştı. Aralarından birini ortalarına almış feci şekilde dövüyor, zavallının üstünü başını yırtıyor ve bunu yaparken de tiz, alaycı kahkahalar atıyorladı. Dayak yiyen kadın korkunç bir şekilde bağırıyor, ağlıyor ve elleriyle yüzünü kapatarak çaresizce kendini korumaya çalışıyordu. Sonunda zavallı kadın dengesini kaybederek yere kapaklandı. Bir daha da kalkamadı. Öyle ki etrafındakiler artık onunla ilgilenmeyi bıraktılar. İlhami, tam düştüğü sırada bu kadına dikkatlice baktı ve onun annesi olduğunu güçlükle ama kesin bir şekilde fark etti. Ateşin yansımasında parlayan kalın, som altından küpesi, gözlerinin o çok belirgin sürmeleri onu ele vermişti...

İşte o kısacık anda İhaminin kalbine bir şey saplanıvermiş gibi olmuştu. Derhal annesine doğru gitmek, onu korumak, kucaklamak istedi ama bunu yapamadı. Çünkü tam o sırada, hemen yanındaki devasa şöminede için için yanmakta olan ateş bir anda kabararak küçük İlhami’nin yolunu kapattı. Bu ateş de amma tuhaf şeydi doğrusu! Sanki canlıydı. Adeta hareket ediyor hatta onunla dans ediyordu. Evet evet, dans ediyordu! Dans ederken de türlü şekiller alıyor, kah bir köylüye kah ihtiyar bir adamın yüzüne kah bir göçmen kuşa dönüşüyordu. Bu tuhaf ışık oyunları İlhaminin o kadar hoşuna gitmişti ki annesini hemen unutuverdi. Sanki bir sihirbazlık gösterisini izliyordu. Bu harlı ateşin cazibesine kapılıp sanki büyülenmiş gibi onu seyre daldı. Sonra kendisi de bu canlanmış ateşle aynı hareketleri yaparak dans etmeye, gülmeye, o incecik çocuk sesiyle tiz kahkahalar atmaya başladı. Onun kahkahaları bu yüksek ve kadim duvarlarda aksedip büyüdükçe, biraz önce annesini ödüresiye döven kadınlar da birer birer ortaya çıkıp etrafında toplanmaya, ona alkış tutmaya başladılar. Artık İlhami cezbeye gelmişti. Öyle ki, biraz önce annesini öldüresiye döven bu kadınların kahkahalarıyla mest oluyor, onların tuttuğu tempo eşliğinde dans etmeye ve kendinden geçmeye başlıyordu.

Rüya bu kadardı. İlhami bağırarak ve titreyerek uyandığı bu rüyasını altı yaşından beri hiç görmemişti. İşte şimdi yine görüyordu. Ne kadar da tatlıydı… Keşke hiç uyanmasa ve sonsuza kadar bu rüyayı görseydi…

-Peki kimin ismini yazalım?

-Ne ismi? Gerek var mı?

- Yazmak zorundayız, usül böyle.

-Anladım. Onur Aydemir, öğrenci. Komşusu oluyorum. 11 numaradayım ben.

- Tamam. Ödeme yapabilecek misiniz?

- Ne ödemesi? Kredi kartım evde…döner alırım sorun olmaz.

Hemşire Fatma Gülcemal, Seyitgazi köylüklerindendi. Babası Eskişehir’deki Nato üssünde yıllarca bekçilik yaptıktan sonra emekli olmuştu. Kulağı iyi duymazdı. Evde cevap alamadığında ona hep “kıız fatooo.. anana mı çektin sidikliiii” diye bağırırdı.

Annesini hayal meyal hatırlıyordu Fatma. Dokuz kardeştiler. Anası onuncuyu doğururken ölmüştü. O daha küçükken büyük şehire göçmüşler, lise biter bitmez de rica minnet bu işi bulmuşlardı. Güzelliği elverirdi, kafası da işlekti. Babası da öyle derdi; “uyanık kızdı vesselam…" Bir de böyle pis işlerle uğraşmayaydı ne vardı? Olsun o da olurdu. Herşey zamanla olurdu. Yeter ki insan istesindi. Babası da öyle demez miydi hep; “Cehdedeceeen gızııım cehdedeceeen.. Ademoğlu hep cehdetmeynen...” İşte o da cehdetmişti! Bir de görüştüğü vardı Fatma'nın. Beyaz eşyacı Tahsin dayının oğlu Salihle tanışıktı. Ailesi iyiydi, bir de evliliğe razı gelirse... Tamamdı bu iş hayırlısıyla. Yalnız biraz birikmiş para lazımdı yuva kurmak için. O da olacaktı. Olmak zorundaydı. Başka yolu yoktu.

Son görüşmelerinde öyle dememiş miydi Salih de; 

-“Niyet iyi olsun fatoşum niyet! Her şey niyetlen evelallah! Bak bizim İsmet amca var ya hep diyom sana. Okumuş etmiş adam, bizim orda güngörmüş derler. Hep böyle felsefik şeyler, laflar. Adam bir laf etmeli ki lafa benzetmeli icabında. Yanlış mıyım? Heee.. Esaslı adam vallaha. İlim irfan hep onda... Bak geçen yine ne dedi bak...

- Ne dedi aşkitoom??

-Ciddi dinle kız! Bak kaderini felan kabul edecen. Fazla zorlamak olmaz haa! Zamanla hep bunlar. Bak bir adam varmış zamanında, amor fati derlermiş. Ben gördüm böyle pos bıyıklı felan. Oturaklı adam belli... Kader diyor yani, kabul et, rahat et manasında. Yanlış mı şimdi? Hee...

- Doğru demiş kim demişse vallaha. Ağzına sağlık! Kısmetten öteye yol mu varmış? Aha şuramıza ne yazıldıysa o!

- Vallaha doğru! Bu dediğim adam da öyle büyük bir adam. Beni de sever ha! Şimdi neyin üstüne getirecem bu lafı bak. Geçen feyiste bir yazdığını beğendim. O da bana kalp koymuş. Vallaha büyük adam. Biz kimiz ki icabında... Haşa huzurdan bir uyuz eşek! Yapmazsa ne diyecen? Haaa...doğru muyum... Yaa.. Kim ne diyebilir bir yerde? Ama öyle bir efendi adam bu adam. Ömrüne bereket... Bir de Allah insana yürü ya kulum dedi miii…gör ki gerisi gelsin..

- Ahh..inşalllaah kurban olduğuum…

Salih’in "İsmet amcası" uzun yıllar uluslararası bir şirketin Türkiye acenteliğini yapmış ve kısa süre önce de emekli olmuştu. Hali vakti yerindeydi. Arada bir bilgece paylaşımlar yapar, gençlere “kendisi gibi” başarılı olmanın sırlarını verirdi. Emirgan taraflarında yaşıyordu. Hafta sonları boğazdan fotoğraf paylaşırdı. Altına da böyle sözler yazardı.

Salih işte bu sözlerden çok etkilenmişti. İleride o da İsmet amcası gibi olacaktı, kafasına koymuştu. Bir de şu bayi işlerini bağladı mı işte tamamdı! O da artık İsmet amcası gibi boğazdan fotoğraf koyacak, Mado’da toplu selfie çekip etrafına gülücükler saçacaktı. Birbirinden derin böyle lafları işte o zaman o da yazacaktı. Hatta ileride paylaşmak için bunları yazdığı bir defteri bile vardı! İsmet amcası sayesindedir ki daha şimdiden sonuna yaklaşıyordu bu defter. 

- Ah o Profilocu Ahmet yok mu…tam geldi sokağın başına dayandı. İtin oğlu bitirecek bizi büsbütün. Yakacak ki çıra gibi.. Ama dur sen, ben onun ek yerini bilirim... gün doğmadan neler doğar.

- Hı, ne? Hangi Ahmet? Bulgurcunun oğlanı mı diyon?

- Yok Fatom yok. Neyse, sen düşünme bu işleri. Bak kırk gün derinden nefes alacan yatmadan, sen onu yap. Gözünü kapatıp hayalle. Yeşillik gördün mü bitti gitti. Bak meditasyon diyor Alaman. Olsun olsun diyecen... Söz mü bak?

- Söz söz..kaç kere diyecez daha! Of hadi işe geç kalcaz.

Son görüşmeleri böyle olmuş, çaylarını bile doğru düzgün bitiremeden, acele vedalaşarak ayrılmışlardı…


İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU

Yorumlar