İz Sürücü
Küçük ekran televizyonumuzu açtık, kanalı değiştirdik, biraz karlanma var ama idare eder... Antene dokunup yönünü de değiştirdik ve işlem tamam!
Saat akşam 21.00 olmalı ve Stalker başlıyor. İlk önce benim "efsanevî sinir krizi sahnesi" dediğimiz açılış planıyla karşılaşıyoruz. Bir yatak. Adam, karısı ve çocuğu (yaratık diyorlar ona) var. Evlerinin hemen altından, ya da yanından olmalı, bir tren geçiyor ve evdeki eşyalar titriyor. Bu arada biz sekansta sinema tarihinin en estetik tepsi titreme görüntüsüne tanık oluyoruz. Televizyonumuz küçük, ama bu kadarını o zaman bile anlayabiliyoruz. Yıl 1993-94 olmalı. O koşullarda o kadarı mümkün. Trenin geçişi sırasında bir marş da trene eşlik ediyor. Ama o marş o sırada o kadar saçma ve ironik geliyor ki, kendimizi Shostakhovic'in 7. Senfonisi, Leningrad'da bir tür tonal düzensizlik içinde buluyoruz. Daha sonra tren, marşları ve gürültüsüyle birlikte getirdiği "yabancılaştırmayı" beraberinde göütrerek ortadan kayboluyor. Sesler perde perde solarken sanki kendisiyle birlikte gündelik yaşamın boğucu rutinini sahte biçimde kesintiye uğratan o sıradışılığını da götürüyor. Sanki tek kişilik bir tren bu, Doktor Jivago'daki iç savaş komutanının treni gibi, yalnızca onu ve içindekileri, bir de yanından geçtiği anda etrafında olanları değiştirme ve başka bir gerçekliğe inandırma becerisine sahip. Sonra hiçbir şey değişmiyor çünklü gündelik yaşamın sıradan, aşırı belirlenmiş ve değişitirilmesi olanaksız o tekdüzeliğini değil bir tren, on tren bile bozacak giibi değil o sıralar. Tıpkı yönetmen Kryzstof Kieslowski'nin sözünü ettiği 1970'lerin Lodz şehri gibi; "bir şekilde kapalı, tam ve bütünlüklü bir dünyaydı," diyor yönetmen, "orada bütün sorunlarınız çözülürdü, öyle ki olmayan şeylerin aslında olmadığının farkına varamazdınız". Aklıma Platonov'un Mutlu Moskova'sı geliyor, sansüre takılmıştı ve aslında neden takıldığı da tam olarak belli değildir. Daha sonra bunun nedeninin o gözle görünmez, elle tutulmaz, insana yalnızca uçuyormuş hissi veren karanlık kapalılık duygusunun varoluşsal eleştirisi olduğunu anlamıştım...
Daha sonra adam kalkıyor, eski tip bir sistemde suyu ısıtıyor, banyosunu yapıyor. Bu süreçte biz olayların yakından tanığıyız, öyle ki, yalnızca o seslerle bile içinde yaşanılan an'ın sanki kokusunu alıyoruz. Gelişigüzel bir şeyler yiyor, dışarı çıkmaya hazırlanıyor. Karısı, tıpkı çocuğu gibi adamın da bir tür "yaratık" olduğunu ve kendisine verilmiş birer lanet olduklarını düşünüyor. Onlar normal değiller. Herkes gibi sıradan, düzenli bir yaşamları yok. Sık sık bir yerlere gidiyorlar. Evden uzaklaşıyorlar. Ellerinde çoğu zaman hiçbir şey olmadan geri dönüyorlar. Bunu niçin yaptıklarını anlayamıyor. Kadın, duygularına bir isim koyamıyor ve yere yatarak bir sinir krizi geçiriyor.
Hangimiz geçirmiyoruz ki? Yalnızca bazılarımız bunları bir şekilde dışarı vurabiliyor ve onlar aslında çok şanslı insanlar...
Çocuğun bir özelliği var. Bu çocuk diğerleri gibi değil, farklı. Ama onun farklılığını ben size burada anlatamam. Bu ifade, tıpkı Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'in başında Alyoşa için yazdığı gibi. Onda bir farklılık var, ama onu ben size açıklayamam. Belki okuduktan sonra siz kendiniz görebilirsiniz. O da belki...
Sonra ışıklar sönüyor. Eduard Artemyev'in o içimize işleyen müziği başlıyor ve yeni sekans açılıyor. Biz de evde ışıklarımızı söndürüyoruz ve izlemeye başlıyoruz.
"Bölge, diyor adam, "belki başka bir var oluş biçimidir."
Belki de, diyoruz. Neden olmasın ki?

Yorumlar
Yorum Gönder