Misafir Erkek Çocuk

Misafir Erkek Çocuk 

Savaş, Çocukluk ve Travma Üzerine Bir Deneme

Çocukların barış, huzur ve sevgi dolu bir dünyada büyümesi dileğiyle…

Çocukluk, hayatın en güzel yıllarıdır denir. Hatırlıyorum da Lev Troçki (2022) bir kitabına böyle başlamıştı. Doğru bir söz olmalı bu; insan yaşamının tamamı düşünülecek olursa hayatımızın ilk yılları alabildiğine sorumsuz, özgür ve sevgi dolu yıllardır. Ancak yalnızca bunun için mi özeldir çocukluk yıllarımız? Yalnızca “sorumsuz” ya da “korunaklı olmak” mıdır büyüme dönemimizi böylesine güçlü kılan şey? Herkes çocukken aynı derecede sevgi görür mü, örneğin; yalnız ya da ailesiz büyüyen çocuklar da yok mudur dünyada? Korunaklı ya da sorumsuz olmayan; sözgelimi henüz küçük yaşlarda ciklet satmaya, ayakkabı boyamaya başlayan, oto sanayide kir pas içinde çalışmak zorunda kalan çocuklar da benzer yoğun duygularla, bazen de gözleri dolarak anmazlar mı o yıllarını? Bu bahis, örneğin, büyük yazar Maksim Gorki’ye (2014) ne kadar da uyuyor…

Bana kalırsa insanın çocukluğunda o dönemi özel kılan daha başka şeyler de olmalıdır. İnsan ruhunun dünyaya uyum sağlamamışlığı ile ilgili şeyler… Belki de kötülüğü kanıksamamakla, gereğinde esneyebilmekle, kendini koşulsuz olarak açabilmekle ya da az kirlenmekle ilgilidir bunlar…

Renkler her zamankinden daha canlıdır çocuklukta, zaman inanılmaz bir yavaşlıkta, adeta insanın tenine nüfuz ederek geçer. İmgeler derindir ve sorgusuz sualsiz yerleşip oturur insanın ruhuna… Belki de bu yüzden, ortalama insana “sıradan” gelen her şey, bir çocuğun gözünde büyülü, tekrarlanması zor bir tecrübeye dönüşüverir. Öyle ki, bu tecrübeler sonraki yaşamı üzerinde derin ve kalıcı etkiler bırakır. Yaşamın sonraki safhalarında hatırlanmaya çalışıldığında yakalanması tesadüflere kalmış ve ancak özel koşullar altında dokunulabilecek duygular hissederiz. Ruhun, yaşamın henüz başlarında insan yavrusuna sunduğu paha biçilmez bir armağandır bu…

Yan yana yatıyorlar… Birinin gözleri açık kalmış. Göğsünde sekiz mermi izi saydım. 

…öyle ya, sandalyeleri birleştirerek çadır kuran, yatakların ve kanepelerin arkasına saklanan, basit bir el feneriyle türlü ışık oyunları icat eden, kırılmış CD parçasından renk tayfı çıkaran, topaç çevirmeyi övünç kaynağı yapacak kadar mutlu olabilen, kısacası iğne ucu kadar noktadan kocaman bir dünya yaratan çok özel bir yaşam biçiminden söz ediyoruz… Bu kırılgan ama cesur, koşulsuz inanmaya ve kabul etmeye her an hazır, taze yaşam biçimi, dokunduğu her nesneye ayrı bir güç ve neşe katmaz mı? Odasına süzülen ışıkla duvardaki gölgeleri canlandıran, hikâyeler yazan, bir saatin ışığıyla sabahlara dek uykusuz kalan, bayramlık ayakkabılarına sarılıp uyuyan, kolilerin içine saklanıp saatlerce kitap okumaktan tarifsiz mutluluklar duyan…

…etraflarını sarıp üçgene almışlar. Yardım etmek mümkün değildi. Her saniye çemberi daraltıyorlardı. Telsizden dinledik. Sabaha karşı cevap gelmez oldu. Telsiz susunca da dinlemeyi bıraktık. Bir arkadaşımız kendinden geçti o ara.

…işte benim de çocukluğum böyle rengârenk, dile gelmeyen bir renk ve ışık curcunasıdır. Her şeyin nüfuz edici, delici, sarhoş edici bir rengi vardı sanki gözümde. Dünyayı renklerle ve sembollerle kavramak herkese vergi olmayan, farklı bir duygudur. Bu tecrübeyi tekrar yaşayabilmek isterdim. İnandığınız şeye dokunacak kadar yakınlaşabilirsiniz. Hele buna alıştıysanız. Uzun metrajlı filmler bile çekebilirsiniz kendi düş dünyanızda…

Ben çocukken görece korunaklı bir dünyada yaşadığım söylenebilir. Şiddetle ilişkimiz pek olmadı; belki de bu yüzden yaşamım boyunca öncelikle neşeli anılar biriktirmeye çalıştım. Çocukluğumuzda ellerimizde küçük su tabancalarımız vardı yalnızca, bu tabancalarla saatlerce oyun oynardık. Onların esas gücü ise renklerinde idi. Biri fosforlu yeşildi, örneğin. En çok onu severdim, çünkü onun göz alıcı rengi, güneşin altında parlayarak etrafı aydınlatırdı. Yağmurlu havalarda üzerindeki renkler iyice ortaya çıkar ve sanki gizemli bir şekilde parıldardı; o anlar, hayatımdaki en güzel anılar arasında yer alır. O yeşilin tonunu belki yalnızca bir kez gördüm, ancak bu renk bende öylesine derin bir iz bıraktı ki, halen hayal dünyamda canlanır. Mahallemizde ilk olduğundan tüm dikkatleri üzerine çeken Batur abimizin ayakkabıları da aynı renkteydi. Hava tabanlı bir Adidas Torsion’du bu ve bir çocuğun gözlerine sahipseniz eğer, fosforlu tonunu elli metre uzaktan görebilirdiniz. Göz alıcı renkleriyle o ayakkabılar Batur abiye sanki yeni bir güç veriyor, ona diğer çocuklarda olmayan bazı özellikler de katıyordu. Ayça’nın BMX bisikletinin tekerleri de o renkteydi; o bisikletin üzerindeki fosforlu yeşil, sanki ona da ayrı bir güç veriyordu ve onu renkleriyle hatırlıyordunuz. Belki de daha ilk gördüğümde onunla arkadaşlık etmek için gösterdiğim büyük çaba bu yüzdendi. Peşine takılıp saatlerce bisiklet sürerdim; onu gözden kaybettiğimde kalbimin çarpıntısının artışı ya da neşe içinde aynı yokuştan aşağı kendimizi bırakırken rüzgarın yüzüme vurduğu o anlar bugün bile aynı gülümseyişi yaratıyor bende… Sonra takıma pembe şeker ve göz alıcı portakal renkli iki bisiklet daha katılmıştı, bu yeni katılan bisikletin renkleri de güzeldi belki ama bizim ekibin liderliği hala fosforlu yeşil tekerleriyle Ayça’daydı. Yaşça en büyüğümüz de oydu; sanki kıdem vermişlerdi o renkle ona.

Yağmur sonrası yeşili… Bir yaprağın üzerindeki o saf, vahşi, delici yeşil…

Kuzenimin Casio saati de aynı renk yanıyordu aslında, ona sahip olmayı hep istemiştim. İnsanın aklını alan bir yeşldi, özellikle geceleri odanın diğer ucundan görülüyordu. Bu yüzden onun saatini hep kıskanmıştım, elimde var olan saatler ne kadar güzel olursa olsun, o yeşil ışıkla parlayan saatin yerini hiçbir şey tutamazdı; beni her seferinde çarpan bir parıltıyla kendine çekiyordu sanki…

…sabah okulun bahçesinde saygı duruşu oldu. Etrafta delicesine çınlayan, duvarlara akseden, sanki içimize işleyen tuhaf bir siren sesi var. Öyle bir ses ki insanların tüylerini diken diken ediyor. Özellikle ben ve birkaç arkadaşım çok etkilendik. Hemen ardından bir söylenti de yayıldı. Meğerse sireni çalan çocuğun kolu kopmuş! Buna inananlar oldu, ben dahil! Çünkü çocuk muhayyilemizde aslında öyle şiddetli, insanları yaralayacak ve hatta öldürebilecek düzeyde bir sesti o.… kol kopartan cinsten bir ses. Aslında saygı duruşu için yalnızca bir dakika sürmüş diyorlar. Ama bana pek de bir dakika gibi gelmedi. Bitmesi için dua ettiğimi hatırlıyorum. Sirenin ne kadar uzun çaldığını sonra da düşündüm. Böyle bir dakika olur mu hiç? Hayatımda bir daha böyle bir “bir dakika” daha yaşadığımı sanmıyorum…Belki de yanlış tutmuşlardır süreyi…?

…sonra anılarımda bir vişne ağacı var. Kırmızının da böylesi… Kırmızı oldu mu vişne rengi olacak! İnsanı kendine çağıran, tutsak eden bir renk! Yeşim en çok orayı severdi. Binbaşının kızı. Vişne ağacı meyve vermeye başladığında tıpkı birer kedi gibi tırmanırdık oraya. İyi ki yere yakındı ağaç ve bizim çocuk karnımız da çabuk doyuyordu. Üstümüz başımız kıpkırmızı vişne lekesi oluyordu ama bunun farkında değildik ve farkında olmamıza gerek de yoktu. Biz çocuktuk ve çocukluk çok güzeldi. Bir de kömürlüğün karşısındaki pinpon masasını seviyorduk. Kapısı kapalı olduğunda zemine yakın açılmış camı kırık penceresinden giriyor, aşağıdaki masaya atlıyor ve kapıyı içeriden açabiliyorduk. Kapı kilitli değildi, yalnızca dışarıdan kolu yoktu ve sanırım anahtarla çevirip açıyorlardı. O kadar çok zaman geçiriyorduk ki orada, daha o yaştan büyük insanlar gibi pinpon oynamayı öğrenmiştik. Etrafta kolilerde kalmış dosyaların, karsambaların küfüne eşlik eden kesif bir tebeşir kokusu da vardı. Akşam güneşi ilk önce oraya vururdu. Sonra bir de bahçedeki çardak vardı. Eğer önceki gün bir akşam eğlencesi olmuşsa, ki hafta sonları olurdu ve ortalık iyi temizlenmemişse, ki hafta başlarında durum böyleydi, etrafımızda daima kül ve izmarit parçaları olurdu. Bazen bir temizlerdik. Bu çardağın yalnızca tavanı değil, duvarları da altıgen şeklindeydi; tahtadan oymalı pencereleri öyle sıkıydı ki dışarıdan görünmezdi. Korunaklı bir havası vardı; çocukluğa yakışan bir korunaklılık… Duvara oyulmuş bir de barbekü vardı ve onun karşısına geçip oturarak kendimize göre bir eğlence de biz düzenlerdik. Çardağın hemen yanında her gün saatlerimizi geçirdiğimiz bir çocuk parkı vardı. Salıncaklar, kaydırak ve bir de tahterevalli. Anılarımızın çoğu buradadır. Bir gün Yeşim’i o kadar hızlı sallamıştım ki geri döndüğünde tutamamıştım onu. Salıncak beni yere düşürecek kadar büyük bir hızla kulağıma çarpmıştı… Belki de güzeli tahterevalliydi. Yeşimle ağırlığımız yakın olduğundan olmalı, aramızda harika bir uyum ve denge yakalamıştık. Bazen asker abiler de bize katılıyordu. Hele birini hiç unutmuyorum. Sanırım Urfalıydı. Bir keresinde tahterevallide beni tamamen havaya kaldırmış ve bir süre indirmemişti. Kafam bulutlara değmişti sanki. Ne mi hissettim; yalnızca gökyüzüne yakın olmak ve bir tür uçma duygusu… Aynı duyguyu İstanbul’da dönme dolabın tepesinde elektrik kesildiğinde yaşamıştım. Korkmuyordu insan. Böyle şeylerden korkulmuyordu.

…eve geldiğimde anneannem kömür sobasının üstünde metal grisi güğümle su ısıtıyordu. Tekdüze terlik sesleri duyuyorum; terliğin küçücük, yalın ayağına yapışırken çıkardığı o tanıdık hatta mutluluk verici ses. Sonra bir de nefes sesleri duyuyorum. Astımın etkileri aslında bunlar ama o zamanlar bunu bilmiyorum. Nefes sesleri giderek yakınlaşıyor ve uzaklaşıyor. Yaklaşıyor, uzaklaşıyor. Ben dedemin geçen hafta aldığı bir oyuncak arabayla oynuyorum. Belki günümüzde bile halen aşılamamış bir model bu; Golf mk1. Fıstık yeşili renkte ve artık rüyalarımda bile onu görüyorum. Bir okul çıkışı bizi karşılarken cebinden bizi sevindirmek için aldığı iki güzel hediye uzattı. Kuzenim Ayşegül’e mavi gözlü bir bebek ve bana da bir Golf araba… Babamın yılbaşında aldığı bir mızıka ve annemin el yapımı kemanıyla birlikte hayatımdaki en büyük hediyeydi ama o zamanlar bunu da bilmiyordum. Çocukluk farkında olmamaktır. Arabayla saatlerce oynuyorum artık. Dizlerim delinene kadar yerde araba sürüyorum. Yeşil Golf’ ümü kullanırken artık kendimi büyümüş ve istediğim yere giderken düşünüyorum. Halının kenarlarında yol olarak hayal ettiğim düzenli aralıklı boşluklar var. Arabamı kullanırken arada bir sobanın yanına doğru da gidiyorum çünkü halı bir süre sonra bitiyor. Kömür sobasının altına, yerdeki muşamba yıpranmasın diye çift sayfası açılarak genişçe bir gazete kâğıdı serilmiş. Anneannem buraya kimi zaman güğümü kimi zaman da ısıttığı bir kiremit parçasını koyar. Burada bazen maşa durur, bazen de bir odun parçası. Gazetenin bazı yerleri görünmüyor ama bir bölümünü okuyabiliyorum. Geçen haftadan kalma bir gazete olmalı bu. Artık okumayı öğrendiğim için her şeyi okuyorum, belki gereksiz şeyleri de… Bir fotoğraf karesi, insanlar yan yana yatıyor. Kanlı baskın, 35 ölü yazıyor. Alt başlıkta “tavuklara kadar öldürdüler” diyor. Şeker paketleri gibi beyaz, küçük bezlere sarmışlar insanları. Sonra onları iyice bağlamışlar. Geçen hafta anneannem tepside böyle bir börek yapmıştı. Yaparken onu dikkatle izlemiştim. Böyle sarıyor o da yufkayı; başından ve sonundan… Yalnız bir farkları var. Bu böreğin üstünde “misafir erkek çocuk” yazıyor. Böyle birkaç tane “misafir erkek çocuk” var. Altında yaşları yazıyor; 6, 8, 4. Bu gazete sayfasını gördüğüm an aslında benim için çok önemli bir an ama henüz bunun da farkında değilim.

Çocukluk farkında olmamaktır…

O gece bu fotoğraf kareleri rüyama giriyor. Akşam evde babamla Terminator filmini izliyoruz. Terminator’ün televizyondaki ilk gösterimi olmalı bu. Filmin henüz başlarında, bir iş makinası, karanlık ve virane bir gelecekte (aslında buna distopik deniyor ama henüz bunu bilmiyorum. Çocukluk distopyayı tanımamaktır) yerdeki kafataslarının üzerinden geçiyor. Bu ruhsuz, insanı hiçleştiren sahneyi görmemek için battaniyeyi hızla üzerime çekip gözlerimi de sımsıkı kapatıyorum. İyice yumuyorum gözlerimi ve şöyle düşünüyorum. Ölüm nasıl bir şey? Son denilen şey nedir? Peki sonsuzluk nedir? Aklıma bu yabancı ve bana çok uzak gelen, başka bir gezegene aitmiş gibi hissettiğim bu kavramlar yıldırım hızıyla üşüşüyor.

Bugün ölenler de böyle mi olacak? Peki sonra ne olacak? Ondan da sonra ne olacak?

İşte bunları çocuk aklım bir türlü almıyor!

O gece rüyamda, Terminator köy basıyor. Bir robot şeklinde ama gözlerinde tuhaf bir ateş yanıyor. Elinde Pelikan suluboya takımı şeklinde bir silah var. Bu suluboyayı hiç sevmiyorum. Pastel boya çok güzel kokuyor ve üzerinde Mon Ami yazıyor, üstelik prens gibi taç takmış çocuklar var. Oysaki suluboya öyle mi… Ne kokuyor ne de durduğu yerde duruyor. Onunla resim çizmek çok zor. Ben hep pastel boya yapmak istiyorum. Annem, “Korkma, alışınca bu daha güzel olur” diyor. Neyse ki çok güzel bir mavi ton tutturmuşum karıştırarak, boyuna deniz çiziyorum. İki katlı, su haznesi hemen yanında, pratik ve güzel bir suluboya takımı bu. Kapanınca bir kutuya benziyor ve kolayca taşınıyor. İşte köy basan Terminator da elinde bu hiç sevmediğim suluboya takımını tutuyor. Gözleri de kocaman açılmış. Biz bir evde oturuyoruz. Bu ev bir köy evi ve genişçe bir salonu var. Oysaki ben hiç köyle yaşamadım. Rüya bu ya, anneannem yine aynı sobanın üstünde aynı metal grisi güğümle su ısıtıyor. Ama bu kez evde başkaları da var. “Kalabalık misafir” gelmiş. Yerde geniş ve çok temiz sedirler var. İnsanlar küçük bardaklarda çay içiyor. Erkekler kendi aralarında ciddi ciddi bir şeyler konuşuyorlar. Herkes fark ettirmeden ve korkulu bir saygıyla onlara bakıyor ve kimse sözlerini kesmiyor. Çay alacak oldular mı, onları gözleyen kadınlardan biri usulca yanlarına sokulup bardakları alıyor, o kadar! Dedemin yanında hiç görmediğim, kasketli, bıyığına ak düşmüş biri var. Tek eliyle, gözlerini dinlediği kişiden hiç ayırmadan, ceketinin iç cebinden bir tabaka çıkararak sigarasını alıyor. Tabakasının çok parlak, ellerininse nasırlı, biçimsiz ve siyah renk olduğunu görüyorum. Sarı kehribardan, göz alıcı, uzunca bir tesbih, sedirin önündeki bir sininin hemen yanında bulunuyor. Ne kadar güzel bir sarı diye düşünüyor ve bu görüntüyü hemen hafızama işliyorum. Oysaki ben o güne kadar ne sarı kehribardan tesbih gördüm ne de bir tütün tabakası… Yine de hiç yadırgamıyorum; aslında rüyada bütün bunlar bana tanıdık bile geliyor… Bir yandan gözlem yaparken bir yandan da keyifle arabamı sürüyorum: Yeşil Golf! Bu kez yalnız oynamıyorum ama, yanımda başka çocuklar da var. Onları daha önce görmedim ve tanımıyorum. Birinin sürekli burnu akıyor. İkide bir çekmesine rağmen hep akıyor ve dudakları nemli. Üstünde bazı yerleri yırtılmış ve artık iyice sünmüş, gri ve tuhaf desenli kazağı var. Yanındaki abisi olmalı, onun giyimi daha iyi. Mavi kadifeden bir pantolonu var ama dizleri yamalı. Bunlar misafirliğe gelen ailenin çocukları. Büyüğü (kadife pantolonlu olanı) cebinden usulca bir araba çıkarıyor. Zemberekli, siyah bir Volkswagen Beetle bu! Geriye doğru çekip bıraktığında araba bir böcek sesiyle hareket etmeye, ışıklar çıkarmaya başlıyor. Etrafına küçük, kırmızı kıvılcımlar saçıyor sanki…

Küçük, kırmızı kıvılcımlar…

Böylece dikkatimiz kendi oyunumuzda toplanıyor ve “büyüklerin dünyasından” bütünüyle soyutlanıyoruz, gerçeğin kasvetinden git gide kopuyoruz artık. Misafir çocuğun arabası herkesin ilgi odağı oluveriyor çünkü. “Misafir çocuk”, ışık ve ses avantajını kullanarak, bugünün mahalle diliyle “bizi orada eziyor”. Arabasına kurarak gösteriye hazırlanırken de yaşından beklenmeyecek türden bir “ciddiyet” içerisinde… Onu geriye doğru çekip bırakırken, güzergâhını tayin ederken hiç kimseyle konuşmuyor. Övgü dolu soruları da kabul etmiyor! Dikkati kayayı delecek kadar yoğun, neredeyse hiç dağılmıyor gibi. Hatta dışarıdan gelen sesleri de duymuyor. Ta ki sedirin etrafında oturan “büyükler” bizi evin yüklük olarak kullanılan bir odasında köşeye çekip üstümüze de kapıyı kilitleyene kadar!

Neler olduğuna anlam veremiyoruz. Burası çok temiz ve ferah bir oda; beyaz çarşafların, kırlent ve nevresim takımlarının üzerine yığılı olduğu bir sandık bile var ve oda tamamen “anne kokuyor”. Bu koku bizi bir süre sakinleştiriyor, hatta ben tekrar araba oynamaya bile çalışıyorum. Ama büyük misafir çocuk, ancak onun yaşındaki başka büyük çocukların anlayabileceği durumlar olduğunu sezmiş gibi ve cesareti ispat arzusundan gelen bir davranışla, bir perdenin altına girerek hafifçe dışarı bakıyor. Yine hiçbir şey söylemiyor, hafifçe sallanıyor sadece… Sonra huysuzlanan, hatta ağlamaya başlayan kardeşi de usulca onun yanına sokuluyor. Burnu bu defa kızarmış ve iyiden iyiye akıyor. Onları dışarıya bakarken görünce yanlarına ben de gidiyorum. Şimdi üçümüz de perdenin altından, korkulu gözlerle dışarıya bakıyoruz.

Dışarıda insanlar oyalı bir boncuk gibi sıraya dizilmişler. Ama belli belirsiz görünüyorlar. Havada tek yıldız görünmüyor. Arada bir sokak lambasının cılız ışığı sönüp sönüp yanıyor. Bir adam, sağ elinin işaret parmağını kaldırarak, sinirli sinirli bir şeyler anlatıyor. Bunu yaparken de bir aşağı bir yukarı yürüyor. Omzunda bir şey var ama görünmüyor. Arada bir parlıyor sadece… Bazen duruyor, sinirli şekilde bir soru soruyor, bir cevap alamayınca daha da sinirleniyor ve yürümeye devam ediyor. Boncuk gibi dizilmiş kalabalığın başında bir adam, demin içeride oturan sarı kehribar tespihli kişi olmalı bu, diğerlerinden bir adım önde duruyor. Şapkasını eline almış ve boynu da önüne eğilmiş. Arada bir söz alıp bir şeyler söyleyecek gibi oluyor ama cesaret edemiyor. Hep susarak önüne bakıyor öyle. Çünkü karşısındaki adam öfkeli! Hem de çok öfkeli! Arada bir etrafı kolaçan etmek için bizim olduğumuz tarafa da dönüyor. İşte o anda gözlerini görüyorum onun. Gözler aslında yok. Gözlerinin olduğu yer boş ve içeride bir yerde, kırmızı-mor renkte parlıyorlar.

Terminator bu! Köye gelmiş. Hiç kimseyi dinlemiyor ve asla durmayacak!

Kısa süren bir sessizlik oluyor. Biz pencereden dışarı bakmaya devam ediyoruz, gözlerimiz korku içinde pür dikkat kesilmiş durumda. Duygularımız karışık; hem korkumuz hem de merakımız iç içe geçmiş durumda. Sonra, hiç beklenmedik bir anda, Terminator ve yanındakiler ateş etmeye başlıyor; bir anda ortalığı saran korku dolu bir gürültü yükseliyor. Etrafa küçük, kırmızı, göz alıcı kıvılcımlar saçılıyor, sanki bir sanatçı fırça darbeleriyle yaldızlı bir tablo yapıyormuş gibi. Her taraf, büyük bir ateş yakılmış da ortalığa kıvılcım parçaları sıçramış gibi nokta nokta aydınlanıyor. Ancak bu noktalar giderek, gerçek olamayacak kadar büyük bir boyuta dönüşmeye başlıyor. Suya taş atınca ortaya çıkan baloncuklar gibi tıpkı; giderek büyüyor, büyüyor ve büyüyorlar. Üstelik yerçekimsizler, biraz büyüdükten sonra havada öylece asılı duruyorlar. Bu gerçeküstü manzara bir anda bambaşka bir evrene ama pek de tekin olmayan bir evrene açılan bir kapıya bakarmış gibi hissettiriyor bana; sanki o kapının ardında gizli tehlikeler ve bilinmeyen varlıklar gizleniyor. Tam o anda, bu kırmızı baloncuklardan biri gelip ateş eden Terminator’ün omzunun üstünde duruveriyor. Bu an, bir fotoğraf berraklığıyla aklımda kazınıyor ve zihnimde sürekli tekrar eden bir anı haline geliyor. Terminator bir anda bize dönerek evden içeriye doğru bakıyor ve duygusuz, keskin bir hareketle gözünü üstümüze dikiyor. Gözünde yine o aynı kırmızı kıvılcım ışıltısı var, sanki aklı yerinde değilmiş gibi, bu durum beni daha da endişelendiriyor… Silahını bize doğru doğrultuyor, bu an sanki zamanı durdurmuş gibi hissettiriyor. Silahı benim suluboya takımım ama bu takımdan kırmızı, inanılmaz derecede parlak bir ateş fışkırıyor. Bu parlak ateş renginden kıvılcımlar sanki her seferinde yeni ve başka bir ateş dansı yaratıyor. Bu ateş insanları öldürüyor,. Derin bir nefes alıyorum çünkü kalbim hızla atıyor ama yine de sakinleşemiyorum. İçimde amansız bir korkunun sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelen yankılanışı başlıyor, tıpkı bu sabah okulda bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen siren sesinin duvarlarda aksederek büyümesi gibi… Kendimi büyük bir felaketin eşiğinde hissediyorum. Terminator bize doğru bakıp gülerek tetiğe basıyor ve ben, tüm bu olan biteni bir oradaki bir göz gibi izlerken, kanter içinde uyanıyorum. Bu rüyadan uyanmak, gerçekliğin ağırlığına dönmek gibi bir şey; içimdeki korku bir türlü geçmiyor, adeta ruhumda yankılanmaya devam ediyor. Öyle ki yıllardır bu korku dolu rüyadan uyanmaya çalışıyorum. Her defasında kendime belli belirsiz şu sözleri söyleyerek.

Ben uyanıyorum…
Ben uyanıyorum…
Ben… uyanmak istiyorum…


Onur Aydemir
Mayıs 2025, Ankara

Bibliyografya

- Gorki, Maksim. Çocukluğum. Çeviren: Mazlum Beyhan. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014. 

- Trotsky, Lev. Hayatım. Çeviren: Müntekim Öktem. Kırmızıkedi Yayınları. İstanbul: 2022.  

Yorumlar