Kızılırmak Sinemasının Ardından: Ankara'nın Kaybolan Mekânları ve Değişen Kimliği Üzerine

Fotoğraf web'den alınmıştır.  Kaynağına ulaşılamadığı için "anonim" olarak anılmaktadır. 

Kızılırmak Sinemasının Ardından: Ankara'nın Kaybolan Mekânları ve Değişen Kimliği Üzerine


İnsanın mekanla ilişkisi nedir? Basit gibi görünen çok zor bir sorudur bu. Bu çetin soruyla ilgili son yıllarda pek çok araştırma yapıldı, çok şey yazıldı ve söylendi. Yine de tanıdığımız mekanlar gözümüzün önünden kaybolduğunda anlayabiliyoruz onların varlığının bizde yarattığı duyguyu. Hele bir de bu kaybolan mekanlar birikip de yaşadığımız çevre bambaşka bir hale gelince biz de oranın yabancısı olup çıkıveriyoruz. Bunun bende hissettirdiği duygu ağzımdan bir çift büyük dişin eksilmesiyle aynı. Yıllardır oradaydılar ama artık yoklar ve onların yokluğu beni neredeyse var oluşsal bir kaygıya sokuyor. Ölüm acısı gibi, bunu tarif etmek biraz zor. Sanki içimizde ve dışımızda eksilip gidenler bizi bu dünyaya biraz daha yabancılaştırıyor. Bir gün biz de buradan kaybolup gideceğiz ve yerimizi başka insanlar alacak... 

Yerimizi başka insanlar, başka konuşmalar, ilişkiler alacak ama yalnızca bu kadar mı? Bizim içinde yaşadığımız, iki satır muhabbet ettiğimiz, hatıralarımızın yatağı olan mekânların yok olmasının daha başka, daha hoyrat ve kalp kırıcı bir yanı da yok mudur? Bir fotoğraf karesinde gördüğümüzde, şimdi eskisi gibi "fotoğraf" da kalmadı ya, yüreğimiz yanmaz, içimiz burkulmaz mı? Anılarımızı depolayan bu sessiz hafızanın durması üzerimize kara bir bulut gibi çökmez, bizim de ruhumuzu karartmaz mı? 

Yıllar önce, Sigmund Freud'un, "Bütün Eserleri" serisini okumuş ve düşünürün araştırmaları kadar dikkatimi çeken bir başka şeyle daha karşılaşmıştım. Yayınevinin yürüttüğü proje dahilinde çevrilen bütün kitaplarına aynı biyografik önsöz basılıyordu ve önsözün başlarında, hatırladığım kadarıyla, Freud'un iki yaşından yetmişlerinin sonlarına kadar aynı evde yaşadığı yazıyordu. Bu ifade başkalarını, özellikle de yazının muhatabı sayılan Avrupalı okuyucuları benim kadar etkilememiş olmalı. Ama benim dışımdaki Türk okurların da benzer şeyleri hissettiklerini sanıyorum. Uzun süre bunu gözümün önüne getirmeye, dahası bunun kişide nasıl bir güven duygusu geliştirebileceğini hissetmeye çalışmıştım.  

Yaşamı boyunca en az yirmi defa ev taşıyan biri için bunu yapmak pek kolay olmadı elbette. Ben bu konuda, Avusturyalı psikanalist Freud'dan çok Polonyalı yönetmen Krzystof Kieslowski'ye yakın sayılırım. Yönetmen biyografik bir belgeselde ne kadar çok ev taşıdıklarından söz ederken, çocukluğunda kolilerin üzerine çıkıp oturduğunu söylemişti. Ne kadar tanıdık bir hatıra... Dahası ne kadar da bizden ve gösterişsiz, acı bir ironi içeriyor. Tıpkı annemin bana dedemin "balya yapımında" nasıl ustalaştığını anlatırken her defasında iki elini kocaman açarak bunu göstermesi ve beni güldürmesi gibi... 

Daha önceki bir denememde Gaziantep Depremi üzerine yazmış ve hepimizin yüreğini yakan can kayıplarının yakında depremle birlikte unutulacağına, Anadolunun bu konuda çok tecrübeli ve ne yazık ki "tarihsiz" bir coğrafya olduğuna dikkat çekmeye çalışmıştım. Karanlıklar Altında Bir Anadolu yazısının üzerinden uzun zaman geçmedi ve bu sır küpü coğrafya, ne yazık ki bütün yaşanmışlıklarıyla birlikte bir hafıza demetini daha kucağına aldı, sakladı ve sonsuza kadar uyuttu. Bunun bende yarattığı duyguları tarif edebilmem zor. Bütün sezgi gücümü zorlamama karşın tahayyülümde yaratamıyorum, algılayamıyorum. Bir yaşanmışlığı sanki hiç olmamış gibi varlık düzleminin dışına çıkarmayı başaramıyorum. Zamanı anlayamıyor çünkü insan, bu konuda idrak kapasitesi sınırlı, öyle kılınmış... 

Lise yıllarımın alacalı bir atmosferi vardır. Ergenlik yıllarının tuhaf, bunalımlı, çift anlamlılığın ve belirsizliğin sisli görüntüleriyle örülü olması bir derecede doğaldır da... Evimiz o dönemlerde henüz gecekondulaşmanın tam anlamıyla aşılamadığı Sokullu’da, Ahmed Arif Parkının yanında idi. Bir lojmandı burası ve her lojmanda olduğu gibi biz de sabahları işe giden anne-babaların beraber futbol oynayan, okula giden, aşık olan, kavga eden, birbirine yakın sosyal durumdaki çocuklarıydık. Benden bir kaç yaş büyük olmasına karşın, erken okula başlamamdan dolayı yalnızca bir sınıf üstümde olan bir arkadaşım vardı, ailemizden gizli ilk sigaramızı onunla birlikte içmiştik örneğin. Babalarımızın arabasını ilk kez birlikte “kaçırmış” ve “tur atmıştık”. Arada bir halı saha maçları yapar, sinemaya giderdik. Bu ilişkiler kendiliğinden kuruluyordu bizim aramızda. 

Bizim aramızdaki ilişkiler o kadar kendiliğindendi ki çoğu zaman babalarımızın kapının önünde araba park ederken birbirleriyle selamlaşmalarına ya da annelerimizin komşudan bulaşık deterjanı isterken hal hatır sormalarına dayanıyordu. Kapı komşumuzla apartmanın otomat ışığı söndüğünde onun açmasıyla konuşmaya başladık örneğin. Renkli gözlüydü ve görüşü son derece keskindi. İkinci kattaki arkadaşımızla balkonlarına futbol topu kaçmasıyla tanıştık. Biz bu şekildeydik, böyle idik. Buna karşılık, karşımızda yıkıma inatla direnen ve tek kalan gecekondu, bizim dördüncü kattaki balkonumuzdan rahatça görülebilmesine ve aramızda gerçek anlamda “bir taş atım” mesafe bulunmasına rağmen, bizimle onu  ayıran uçsuz bucaksız bir denizin ötesinden bize bakıyordu sanki. Bu gecekondunun hemen yanındaki küçük, boş bahçenin yanına arabamızı park ederken karşılaşıp selamlaşırdık onlarla. Küçük bahçelerinde her zaman biraz yeşil soğan ekili olurdu. Evin, artık yaşı geçkin sayılabilecek kızı şalvarını giyer, beyaz tülbentini başına sarar ve leğende çamaşır yıkardı. Sonra bu çamaşırları basit bir ipe asarak kuruturdu. İşsiz ya da ara sıra işe girip çıktığını tahmin ettiğim, her zaman sigara içen, kalın, yün atkısını ağzına kadar boynuna dolayan, kendi çocuk dünyamda "belalı" olduğunu düşündüğüm erkek kardeşi her zaman öfkeliydi. Bazen yürürken yerdeki taşlara vurur, evden çıkarken bağırırdı. Yaşlı bir babaları vardı ve öyle sanırım ki yatalaktı. Bir süre sonra da öldü. Annelerini ise hiç hatırlamıyorum. Sanırım o da ölmüştü. Yıllar sonra bu evde bir yangın çıktı ve daha sonra, benim üniversiteye gittiğim yıllarda buranın bir gecede yıkıldığını gördük...

Ankara gözümün önünde değişti ve biz de Ankarayla birlikte değiştik. Evimizin hemen yanından aşağıya doğru inen bir yokuş ve bu yokuşun sonunda da aydınlatılmadığı için geceleri karanlığa gömülen, adeta görünmezleşen bir alan vardı. Kışın bu yokuş buz tutardı. Defalarca düştüğümü hatırlıyorum çünkü kaymayı hiçbir zaman öğrenemedim. Sokullu ile Öveçler caddeleri arasındaki kısa bağlantı yolundan söz ediyorum. O zamanlar yola henüz asfalt dökülmemişti ve bugünkü modern semt pazarı da yoktu. O pazar biz büyüdükten sonra yapıldı ve biz o pazar inşaatında "japon kale" maç yaptık. Bu yokuşun aşağısında bir yerlerde, o karanlığın altında büyük bir gecekondu mahallesi gizleniyordu. Sanki üstüne karanlıktan bir örtü sererek gizlemişlerdi onu. Daha önce belirttiğim gibi, gecekondularla aramızda aslında çok kısa mesafeler vardı ama bambaşka dünyaları yaşıyorduk. Kendimiz orta halli memur çocukları olmamıza rağmen böyleydi bu. 

Bir gün, lise yıllarımda sıra arkadaşım bir epilepsi nöbeti geçirdi ve üzerime yığıldı. Uyandığında onu evine bırakmak için öğretmenimiz beni görevlendirdi. Adı Ercan idi. Masmavi gözlü bir göçmen çocuğuydu. Onunla çok iyi anlaştığımızı ve güzel futbol oynadığını hatırlıyorum. O yağmurlu kış günü Ercan'la yürüyüp, bizim evimizin sokağından geçen o yokuşun sonuna vurduk. İşte o yolun sonunda, aslında evimizin hemen yanında olmasına rağmen o güne dek hiç görmediğim o başka dünyayı gördük. 

O başka dünyanın adı Erzurum Mahallesi idi. Eğri büğrü, dehliz gibi sokakları su birikintileriyle ve çamurla doluydu. Küçük çocuklar, annelerinden uzakta, bu pis su birikintilerinin içinde, burunları akarak ve yalın ayak oynuyor, beni görünce duruyor ve bize sanki başka bir dünyadan gelmiş tuhaf canlılar gibi dikkatle bakıyordu. Havada ucuz kömürün geniz yakan kokusu ve yoğun bir duman vardı öyle ki yangın çıkmış sanırdınız. İşte gecekondu gerçeğiyle, sefalet gerçeğiyle ilk kez, sara nöbeti geçiren sıra arkadaşımın koluna girip onu evine bıraktığım gün tanıştım. Bu tanışıklığın yıllar içinde benim üzerimde silinmez etkileri olacak, bu etki aynı toplumsal gerçeklikle her karşılaştığım ve onu kendi yaşamımda her tecrübe ettiğim anda bir yanardağ patlaması gibi derinden yüzeye çıkacak, tıpkı deprem şokları gibi beni art arda vuracaktı. Öyle ki ne zaman yokluk, yoksulluk, haksızlıkla karşılaşsam o zamanki Onur ile birebir aynı şeyleri hissediyorum; üzüntüyle karışık derin bir öfke duygusu...

Haksızlığı hiç affetmedim. Bana ya da bir başkasına yapılmış olması fark etmez. Haksızlığı affetmek insanın kudretini aşar. 

İşte bu Ankara'da yaşadık, kişiliğimizi kurduk, sosyalleştik, değer yargılarımız oluştu ve birey olduk; ne kadar olabildik ise... Ankara böyle bir şehirdir. İnsana kimlik verir. Onu inşa edecek araçları sunar. Eğitir, başka yerde olmayan bir şekilde bütünlüklü, tam bir gerçeklik sağlar. Her kesimden insanı bir tür ortalamanın içine alabilir. Liseye gelmiş bir memur çocuğuyla bir gecekondu çocuğunu aynı toplumsal ilişki içinde buluşturabilir, aralarında dostluk ve yardımlaşma bağı kurabilir. Ayrıca ona belirli araçlar da verir; sinemasıyla, kitabeviyle, barıyla, parkıyla, okuluyla, böyledir bu. Bir şekilde geçtiğiniz her yerde iyi kötü bir iz bırakır, kendinizi orayla bir araya getirecek bağlar inşa edersiniz. 

Daha doğrusu geçmişte böyleydi...

Bugün eski Ankara yok. Eski Türkiye de yok. Orta sınıfın kendisini sosyalleştirebilecek araçlara eskisi kadar rahat ve doğrudan erişimi yok örneğin. Bir lise öğrencisini her hafta sinemaya ve bara götürebilecek, ona taksitle ayda birkaç kitap aldırırken dershaneye gönderebilecek, dahası yol parasını ödeyebilecek bir Türkiye'den söz ediyorum. Eskiden vardı. Burada "eski" olan, en çok yirmi senelik bir süredir. 

Öyledir ve öyleydi. Ergenliğin dumanlı, buhranlı alacasından söz ederken bile aklıma şimdi var olmayan bir mekân geldi örneğin. Bu basınçlı atmosferin en çarpıcı örneklerinden bazılarını film olarak seyrettiğimiz Derya Sineması... Necatibey caddesindeydi. Artık yok. Ağır Roman filmini ilk orada gördük biz. Yılmaz Güney'in Yol filmini de üzerindeki sansür kalktığında ilk orada izledik. "Çıktığı gün" gitmiştik. Lise yıllarımızdaydık. Köşede, Kumrular Caddesinin başındaki Bayındırlık Bakanlığı ek binasının önünde buluşur, oradan giderdik. 

Sahi, şimdi orası da yok... 

İlk gençliğimizin, ilk sevgililerimizin ve heyecanlarımızın Ankarasındaki uğrak yerlerimizden biri de Shadow Bar idi. Sonraları oraya Gölge demeye başladık. Sanırım dilimizdeki söylenişi de en az orijinali kadar gizemli ve havalı olduğu içindi. Bayındır Sokak'ta, şimdiki Çankaya İlçe Nüfus Müdürlüğü karşısında, Rumeli İşkembecisinin yanındaydı (Neyse ki çorbacımız duruyor, eski bir dosta rastlamış gibi oluyoruz önünden geçerken, buna da şükür...) Gölge bar hafta sonu gezmesi için ya da arada bir, karşılıksız aşk yaşayanların acısını almak içindi, en azından bizim için öyleydi. Nitekim o kadar "tarz" insanlar değildik, orta halli memur çocuklarıydık yalnızca, çok sık sevgilimiz olmazdı. Gölge Bar'ın kendine özgü bir atmosferi vardı. İçeride tuhaf bir anonimlik duygusu olurdu. Hem "bizden" hem de "herkes kendi havasında" duygusu, aslında o zamanki Ankara'nın bir nevi alameti farikasıydı. Gölge Bar da bunun bir özeti gibiydi. Karanlıkta kalmış iç salondaki masalarda bu duygu başlardı. Alt kattaki, penceresiz ama geniş salon ise tam bir "bizim mekân" duygusu yaratırdı. Kışın masalara gelen patlamış mısır ve kimi zaman kestaneler de öyle. Bir tür eski zaman adası, ama alabildiğine yeni. Hemen iki sokak yanımızdaki SSK İşhanının üst katlarındaki Nefes Bar'da canlı müzik olurdu ama biz oraya o zamanlar pek gidemezdik. Daha "ağır" abilerimiz oradaydı, biz alt kattaki tuvaletleri kullanırdık. Üniversiteye başladığımızda gidecek, keman ve kaval sesleriyle mest olacaktık, ama bir süre sonra orası da başka bir yere taşınacaktı. Eski tadını vermeyen bir yere. 

Zaten artık nerenin eski tadı kaldı ki.. 

Çankaya'daki Kuğulu Park ve sanırım hala açık olan Kıtır o zamanlar, lise yıllarımızdan bahsediyorum, bizim için biraz lüks kaçardı. Yine de Kuğulu Park'a annelerimizin hazırladığı "nevalelerle" gittiğimizi, Kıtır'da "kokoreç-bira yapmaya" başladığımızı hatırlıyorum. Daha sonraları Tunalı'daki sahaflara "takılmaya" başlayacak, kendimize göre plak ve kitap koleksiyonları toplayacaktık. Bizim plak biriktirmeye başladığımız yıllarda henüz plakların yeniden "moda" olması ve basılır hale gelmesi, en azından ülkemiz için söz konusu değildi. Üstelik günümüzdeki gibi "ithal plak" furyası hiç yoktu. Eski plaklar topluyorduk, tıpkı eski kitaplar gibi. Her birinin üzerinde bir yaşanmışlık, bir hatıra yükü vardı. Bunlardan özellikle ikisini bugün bile her dinlediğimde ürperiyorum. Biri, bir evlilik yıldönümü hediyesiydi, sanırım bir diplomata aitti. Dvorak'ın "New World" eserinin Herbert von Karajan icrasıydı ve öyle sanırım ki hediye idi zira arkasına "Sevgili eşime, yeni dünyalar dileğiyle..." diye yazılıp imzalanmıştı. Diğeri de bir The Doors plağıydı ve arkasında Afganistan, Kabil pulu vardı. Sahaflardan plak toplamaya başladığımız zamanlar kitaplar da bu kadar pahalı değildi. Bugün "korsan" olarak bildiğimiz kitap tezgâhları ara sokaklarda da bulunurdu. Bir ara, liseli, çok sevdiğim bir dostumun ifadesiyle "ergen sivilceli" yıllarımızda Stephen King'e dadanmıştık. O dönemde, neden bilmiyorum, korkmak modaydı. Belki de ergenlik döneminde hiç "korkmamak" bir kişinin rüştünü ispatlamak gibi algılandığı için. Sürekli korku filmi izliyor ve korkmuyorduk. Korkunç hikayeler anlatıyor ve korkmuyorduk. Tıpkı Grimm Masallarındaki "Korkuyu Arayan Adam" hikayesinde olduğu gibi...  Uzun ve bir yerden sonra sıkıcı olmaya başlayan yaz tatillerinde, Dost Kitabevi'nin o şirin, o özlediğimiz Konur Sokak'taki küçük sergisinden ve daha sonra yerine açılan ve kısa bir süre oralarda kalan başka bir kitabevinden gerilim ve özellikle "korku" temalı pek çok kitap aldığımızı hatırlıyorum.  Yalnız kitapla korkmadık, VHS videolarla da korktuk elbette, özellikle 80'ler korkusunun adeta müptelası olmuştuk. Carpenter'ın Karanlıklar Prensi bugün bile aklımdadır. 

Korsan kitap, kaset, bunları almak etik bir şey değildi, zaten o dönemde etik tartışması yapacak halimiz de yoktu, bütün bunlar mecburiyetten başvurduğumuz yollardı elbette. İlk Metallica CD'mi Yüksel Caddesindeki böyle bir "korsan" tezgâhtan aldım. BASF CD'sine çekilmiş bir Black albümüydü ve satıcı, o an bir "zabıta baskını duyumu" aldığı için aceleyle tezgahını toplayıp kaçtığı için parasını dahi verememiştim. CD öylece elimde kalmıştı. Bir süre o satıcıyı aramıştım Yüksel'de hem parasını verebilmek hem de albümdeki Wherever I May Roam şarkısının girişindeki kayıt hatasının onun arızalı basımından olduğunu sanıp DVD'yi değiştirmek için. O satıcı bugün eğer hayatta ise ve her neredeyse, kendisine selam olsun. Evet, korsan alıyorduk çünkü, örneğin Yüksel Caddesinin hemen yanındaki "Selanik'te" şimdi yerinde "pet center" bulunan Ada Müzik'ten orijinal CD'leri almak için her zaman para bulamıyorduk. Hala kasetler vardı piyasada ve daha ucuzlardı ama onlara bile paramız yetmiyordu. Yabancı müzik dinliyorduk ve ithal kasetlerin fiyatı bandrol vergisinden dolayı çok yüksekti. Hala da öyledir sanırım, artık Spotify zamanlarında yaşadığımız için bilemiyorum. Bu arada, Ada Müzik de kapandı, işte kapanan bir mekân daha...Saydıkça ne kadar da çok çıkıyor... 

Bir süre sonra kasetlerin yerini tamamen CD teknolojisi işgal etti. Kayıt teknolojileri sürekli değişiyordu. Bir gün yurtdışındaki bir arkadaşımız MD adlı küçük CD'ler çalan bir alet getirdi ve bir süre sonra da hemen bir başka yarı-legal alışveriş mekânı olan, İzmir Caddesinin girişindeki Amerikan Pazarı'nın alt katlarında görmeye başladık bu gibi şeyleri. Bir süre ki sonra, ki burada en çok bir ya da iki yıl gibi bir zaman aralığından söz ediyorum, mp3 teknolojisi çıkınca, biz de Maltepe Pazarı'na "devam ettik". Daha önce birer birer albüm olarak aldıklarımızı artık CD'lere kayıtlı "diskografiler" olarak almaya başladık. O dönemde alet olduğumuz şey, evet bir tür sömürüydü, ama biz de geri ülkelerin yoksul çocuklarıydık ve lisans alamadığından ucuzluğa düşmüş klasik müzik CD'lerinden mp3 diskografilerine, korsan kitaplara kadar bulduğumuz ne varsa "yağmaladık" diyebilirim. Biz diyorum ama en fazla birkaç kişiydik ve bugün, birkaç kişinin ne büyük anlamlara gelebildiğini kavradığım içindir belki, o arkadaşlarımı özlemle yad ediyorum. Belki de okuyalım ya da dinleyebilelim diye yapılıyordu, bunu düşünmenin yanlış olmadığı sonucunu çıkarıyorum. Nitekim bugün bile Maltepe Pazarı'nın bir tür "kontrollü korsan" mantığının sonucu olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Dream Theater, Stradivarious, Judas Priest, Iron Maiden, Metallica, Iced Earth, Pink Floyd, Grateful Dead gibi o zamanlar dinlediğim ve bazıları bugün için sert sayılabilecek albümleri aldığımız bir yer vardı. Bir arkadaşım da sinema ve oyun koleksiyonu yapıyordu. Aramızda değiş tokuş yapardık. Bugün bazen oralarda geziyorum, şimdi bir park var ve yerinde yeller esen bu boş araziden binlerce albüm ve film aldığımı düşünmek biraz ürpertici geliyor. Üzerinizde bir şekilde iz bırakmış yarı-prefabrik bir yer, hatta bir tür çadır yığını ve şimdi yok. 

Babamın bir tanıdığı sinemacıydı o dönemlerde. Bahçelievler Azerbaycan Caddesi'nde, ki Üçüncü Cadde olarak da bilinir, On Sineması vardı. Üç katlı, şirin ve seçkin bir mahalle sinemasıydı. On sinemasından iki kişilik bir davetiye kartı hediye etmişlerdi bana. Elbette bizim henüz on yedi yaşlarında iki sinefil olduğumuzu bilemezlerdi. En yakın arkadaşım ve benim için "çılgın" bir dönemdi. Neredeyse her gün sinemaya gidiyorduk. Bazen alt kattaki salonda bowling oynuyor ve akşama kadar eve gelmiyorduk. Bazı filmlere altı ya da sekiz kez gittiğimiz oluyordu. Sinema sahibi şaşkınlık içindeydi. Artık bizim biletlerimizi ve davetiyelerimizi imzalamaktan yorulmuştu. Bir gün kalın mercekli gözlüklerin üzerinden bize şaşkınlıkla bakarak "siz sinemayı çok seviyorsunuz anlaşılan" diye sordu ve utangaç bir çift gözün gülümsemesiyle karşılaştı. Bu sinema günleri birkaç yıl devam etti. Yüzlerce film izliyorduk. Ama yalnızca bedava olduğundan değil. Zaten çok izliyorduk ve üstüne bir de bu piyango bize vurmuştu. Belki de çok izlediğimiz için bizi bulmuştu. Film CD'leri elden ele geziyordu. Yatağımın altında kocaman bir kutuda, masada, sehpada, banyodan bile CD'ler çıkıyordu. Arkadaşımın da öyle. Annesi öğretmenlikten emekli olduktan sonra Yüksel Caddesi'ndeki Limon Bazaar'ın alt katında takı satmaya başlamıştı ve iki yan tezgahtaki film ve oyun cd'leri kopyalayan şişman çocukla hemen arkadaş olmuştuk. "O film hangisiydi, haa mafyalı olan, şu film neydi, haa gözlüklü adamın banka soyduğu" artık hepsini biliyorduk. Bugün bazen Amazon Prime'ı açınca çok gülüyorum, hiçbir platform bizim o dönemki yaşantımız kadar film izletemezdi. Herkesin bir yönetmeni vardı. Arkadaşım Akira Kurosawa'nın Kurbağa Yağı Satıcısını ezberlemişti, ben de inceden inceye Polonya sinemasına ve yeni gerçekçiliğe kayıyordum. Ama sürekli "sanat filmi" izlemezdik, çok macera, korku ve fantastik filmler izledik.  

Kızılırmak Sinemasıyla işte o günlerde tanıştım. Başka hiçbir yerde olmayan filmleri orada buluyorduk. Bunu söylemekten utanıyorum ama, piyasa sinemalarında her hafta gösterimde en fazla birkaç film "döndüğü" için, diğerlerinde film kalmayınca oraya giderdik. Hemen yakınında Megapol Sineması vardı. Eskice bir salonu vardı o zaman. İki yanındaki sokakta da Metropol Sineması vardı. Ama eski Metropol Sinemasından söz ediyorum. Henüz bu kadar ticarileşmemişti. Daha sonra başka bir tarafa da Büyülü Fener sineması açıldı ve daha nitelikli filmler göstermeye başladı. Ama elbette ki bu çok daha sonraydı, en azından bizim için çok sonra... Büyülü Fener Sinemasında Ingmar Bergman, Krzystzof Kieslowski gibi çok sevdiğim yönetmenleri izleme fırsatı buldum çünkü festival günleri yapıyorlardı. Ama Kızılırmak Sinemasının havası bir başkaydı. Sanki burası hiç değişmemişti. Eski zamanlardan kalma, unutulmuş bir yerdi. Bir tür sığınaktı. Hiçbir gösterişi, reklamı yoktu. Kocatepe Camisinin arkasında, bir dershanenin hemen altında, biraz dik ve dar bir merdivene sahip, girerken insanı biraz tedirgin bile eden bir yerdi. Ama o dar ve gösterişsiz merdivenler, kapısından içeri girince insana sade, umulmadık ve tarifsiz bir samimiyet veriyordu.   

Kapıdan girer girmez gişe dar sayılabilecek bir antrenin hemen karşısındaydı. Ben yalnızca bir gişe hatırlıyorum. Bazen sıkışırdık bilet alabilmek için. Güler yüzlü ve neşeli bir çalışanı vardı, kadındı sanırım. Eski pastanelerin havası vardı burada. Nitekim ancak birkaç masanın kenara sığabildiğini ve sandalyelerin de pastanelerdekine benzediğini çok iyi hatırlıyorum. Bu gösterişsiz, sade, samimi sinemaya genellikle sevgilimle ya da en yakın arkadaşlarımla gelirdim. Özel bir yerdi. Kaç salonu vardı onu bile bilmiyorum, belki en fazla iki ya da üç, ama ben saki hep aynı salonda film izlemiş gibi hissediyorum. Yaz akşamlarında oradan çıkar ve yakındaki barlardan birkaç bira içerdik. Yürüyüş yapardık. O dönemlerde Kızılay'ın da daha nezih ve insanı tedirgin etmeyen, gece geç saatlere kadar dışarıda kalmanın mümkün olduğu bir havası vardı. 

Kızılırmak Sinemasından çıktıktan sonra Olgunlar Sokağı en fazla on dakikalık bir yürüyüş mesafesindedir. Eğer çok ağır bir film izlemediysek ve gündüz vaktiyse, oradaki kitapçılara uğrar ve birkaç kitap alırdık. Bazen Olgunlar'dan çıkıp Kavaklıdere istikametine vururduk. Daha yukarılarda bir yerde, hemen sol tarafımızda Akün Sineması olurdu. Bir tek ama koskocaman bir salonu ve balkonu vardı. Eski bir salondu ama orada film izlemek de bir başka idi. Babam bir gün bana, Yılmaz Güney'in Arkadaş filmini bu salonda izlediğini söylemişti. Sahi, şimdi artık orası da yok. En azından tiyatro kimliği altında sanata ve kültüre adanmışlığını ve kimliğini koruyabiliyor. 

Kızılırmak Sineması bir tür pastane gibiydi demiştim. Bunu güzel bir anlamda söyledim zira bizim gençliğimizdeki pastaneler doğum günlerinin kutlandığı, arkadaşlarla güzel zaman geçirilen, hoş yerlerdi. Ziya Gökalp Caddesi'nin devamındaki üç katlı Aşgana Pastanesi öyleydi. Artık yok. Selanik Caddesi'nin Sakarya'ya doğru açıldığı Köksal Pastanesi öyleydi. Otuz senedir gelen müşterileri vardı. Artık yok. Hayatımızdaki asıl büyük depremin kimliğimizi hiç yokmuşçasına silen, kazıyan bu mekândan yalıtılmışlık duygusu olduğunu yazmıştım daha önce. Bunun anlaşılmasını beklemiyordum. Nihayetinde deprem gibi bir felaketin yanında mekan tartışması yapmak ne kadar ciddiye alınabilir? Ama sonuç böyle işte. Nitekim bu denemede de ortaya çıkıyor. Etrafımızda, kimliğimizi oluşturan ve hayatımızı işgal eden, güzel anılarımızın depolandığı ne kadar yer varsa bir süre sonra uzaklaşıp gidiyor. Paris, Londra, Hamburg gibi kentlerde yüzlerce yıla tanıklık eden evler, malikaneler bulunduğunu duymuştum. Düşünsenize, dedenizin dedesi yanınızdaki duvarda kurulan bir salıncakta sallanmıştır belki de... Bunun nasıl bir tamlık duygusu getirdiğini hayal edemiyorum. Yazının başında da belirttim. Daha önceki yazımda da yazmıştım; geceleri Anadolu'nun üzerinden bir uçakla yeryüzüne doğru bakan bir güvercin gibi görüyorum bu satırları yazarken durumu. Şehirler küçülürken sanki bir karanlık denizinde kaybolan tek tek çoban ateşleri gibi kalıyor. Sırayla gözden kayboluyorlar ve yerlerini ölüme benzeyen bir sessizlik, bir kayıtsızlık alıyor. 

Kızılırmak Sineması da bu küçük ateşlerden biriydi. Çok direndi, çok sevildi, ama ne yazık ki zamana direnemedi. Bizi de gençliğimizin Ankara'sına bağlayan dallardan birinden daha mahrum bırakarak, ama hep güzel ve sıcak duygularla hatırlanarak, sessizlik denizindeki yerini aldı.


Onur Aydemir
Ağustos 2024, Ankara

Yorumlar